Ülkü ve kültürel hegemonya
Gençliğimden beri fikri meselelerle ilgilenirim.
Felsefeye, sosyolojiye ve tarihe merakım meselelere sistemli bir şekilde yaklaşmak, dünyayı milliyetçi açıdan değerlendirerek evrensel bir şablona ulaşmak içindi.
Malumatfuruş değil, doktriner bir fikri duruş sergilemek için yani.
Gençlik dönemimizde fikri açlığımızı giderecek kitapları bulmak oldukça zordu. Ama her şeye rağmen, o sisli atmosferde bir yandan Ziyaeddin Fındıkoğlu'nun, "Marksizmin, Leninizmin Tenkidi"ni diğer yandan Ziya Gökalp'in "Türkçülüğün Esasları"nı hatta Marksizmin baş ucu eseri olan Politzer'in "Felsefenin Başlangıç İlkeleri"ni okurduk.
En çok sevdiğim yerlerin başında sahaflar gelirdi.
Bugün de öyledir.
O dönemler, aydınlar arasında solun fikri hegemonyası vardı.
Aslında solcu olmayan bazı aydınlar, sanatçılar 1 Mayıs'larda ellerinde pankartlar taşır; solun klişelerle süslü fikri hegemonyasının gölgesinde görüntüler verirlerdi.
Sonradan kapitalizm ile sosyalizmin, sanayileşmenin ikiz çocuğu oldukları ve aslında kültürel açıdan tek bir gövdeden ibaret bulundukları anlaşıldı.
Fikri hegemonya kültürel hegemonyanın ikliminde gelişir. Esas olan kültürdür ve kültür, siyaseti biçimler.
Kültürel hegemonya milli iklime yabancı, dış faktörlerden beslenen, en az yüz yıllık politik miras üzerinde kökleşmiş ve yerleşmiştir. Esas karakteri kozmopolit oluşudur. Bu kozmopolit karakter milli olana sırtını dönen, dünyadaki fikri, kültürel, artistik gösterilerden etkilenen ve topluma yukarıdan bakan bir anlayışın temsilcisidir. Halkçılık yaparken de halka yabancıdır. Batı ile Doğu'yu mukayese ederken Batı'yı tenkit eder ama Doğu'yu aşağılar. Bu aşağılamayı da Batı'nın ölçüleri üzerinden yapar.
Onlara göre Batı emperyalisttir ama Doğu da cahildir.
Liberal, özgürlükleri anlamadığı ve talep etmediği için halka kızar; sosyalist ise sınıf yerine Marksizm'in gölge hadiseler olarak gördüğü din, vatan, adet, görenek gibi vazgeçilmez öğeleri toplumun benimsemesi sebebiyle öfkelidir.
Bizim hikâyemiz bambaşkaydı.
Sınıf ve fert yerine tarihi hareket ettiren unsurun millet kavramı olduğunu kabul ettiğim zaman çocuk denecek yaşta bir gençtim.
Devletler, milletlerin politik kültürünün tezahürüydü. Millet, siyasi bir varlıktı ve siyasi kapasitesi devlet kurma marifetiyle ölçülürdü.
Türk milleti bu açıdan bakıldığında hem devlet millettir hem de millet devlettir!
Bu emsalsiz bir siyaset dinamiğidir.
Milleti esas almak, insanlığı milletler düzeninde, barış temelinde; adalet ölçüsüyle ele almak demektir.
Her milliyetçi, aynı zamanda insaniyetçidir.
Ziya Gökalp, "Milletlerin arasını milli şuur değil emperyalizm bozar" derken ne kadar da haklıdır.
Türk milliyetçiliği, sahip olduğu bu büyük beşeri miras ile Türkiye'nin ufkuna yürümektedir.
Bugüne geldiğimizde solun fikri hakimiyetinin kalmadığını ama solun da içinde bulunduğu kozmopolit karakterli kültürel hegemonyanın elan devam ettiğini ve bu hegemonyanın özellikle kültür-sanat alanındaki belirleyiciğini görüyorum.
Klişeleri, dünyayı anlatmak ve doğru yorumlamak konusunda artık çelimsiz. Ama kültürel hegemonyaları hala güçlü; öyle güçlü ki milli değerleri esas alan bu değerleri tarihsel perspektif içinde esere dönüştüren sanatçılara, aydınlara tahammülleri yok.
Olsun!
Boşuna mıydı bunca dert; bu sevdadan dönen namert olsun!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.