Devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk

ATATÜRK’ÜN DEHASI VE DÖNÜŞTÜRÜCÜ LİDERLİĞİ -2

Şüphesiz, Atatürk’ün üstün dehasının en iyi yansıdığı alanlardan biri olan “devlet adamı” kimliği, sadece devlet kuruculuğundan ibaret değildir. Onun bir “dönüştürücü lider” olarak “devrimci” kimliği de yani değişimci, dönüşümcü, yenilikçi kişiliği de ön plana çıkmaktadır. Çünkü bu yönü; hem düşünce sisteminin, hem de kurduğu devlet sisteminin çağa ayak uydurmasını sağlayan en temel esastır.

MERHUM hocamız Prof. Dr. Aydın TANERİ, “Türk Devlet Geleneği” isimli, alanında ilk çalışma olan önemli eserinde; “Türklerde devlet ve hükümet başkanlarının kişilikleri”ni anlatırken bir devlet adamında şu dört niteliğin bulunması gerektiğini belirtmektedir: “Kültür, mantık, erdem ve cesaret.” Ona göre, “bu niteliklerden yalnız birinin yokluğu halinde ‘devlet adamı’ gerçeği düşünülemez. Devlet yüksek kademelerindeki her görevli ‘devlet adamı’ değildir. Devlet adamlığı, belki de görevden uzaklaştıktan sonra, kamuoyunun ve araştırıcıların sorumlu posttaki kişi hakkında verdikleri hükümlerle kazanılır.”

Bu çerçevede M. Kemal Atatürk’ü değerlendirdiğimiz zaman o, daha Göktürk Kitabeleri’nden itibaren tanımlanan ve tasvir edilen, Kutadgu Bilig ve Siyaset-namelerle fikriyatı sürdürülen geleneksel Türk devlet adamı tipi içinde bir insandır. Türk devletlerinin tamamında gördüğümüz tarihi Türk devlet anlayışının bütün temel ilkeleri ve devletin halkına dönük politikaları Atatürk tarafından takip edilmiştir. Geleneksel Türk devlet değerleri Atatürk tarafından modern değerler ile örtüştürülerek hayata geçirilmiştir. Atatürk’ün devlet adamlığı kişiliği, öncelikle “devlet kuran bir devlet adamı” kimliği ile ortaya çıkmaktadır. Kurduğu devlet her bakımdan modern bir devlettir, merkezi/milli (üniter) bir devlettir, demokrasiyi hedefleyen laik bir cumhuriyettir, gerçekleştirmeye çalıştığı amaç bakımından bir hukuk devletidir. Yeni Türk devletinin çağdaş bir devlet oluşu onun saygınlığını sağlamış, milli ve milletlerarası hayatta değerini arttırmıştır.

Şüphesiz, Atatürk’ün üstün dehasının en iyi yansıdığı alanlardan biri olan “devlet adamı” kimliği, sadece devlet kuruculuğundan ibaret değildir.

Milletlerarası camiada yeni bir devletin ortaya çıkması, kurulması sık sık rastlanan olağan şeylerden değildir. Yeni bir devletin kuruluşu hukuki ve siyasi yönden birtakım şartların gerçekleşmesini gerektirir. Öncelikle devletin unsurları bakımından değerlendirecek olursak; toprak unsuru (ülke), insan unsuru (millet), politik örgütlenme (hükümet) ve hâkimiyet (iç ve dış) unsurlarının tam olarak varlığı yeni bir devlete hayatiyet kazandırır. Milletlerarası camianın bir üyesi olabilmesi ve milletlerarası hukuktan yararlanması da onun diğer devletler tarafından tanınmasına bağlıdır. Yeni Türk devleti, çok zor şartlar altında kurulmuştur. Zorlukların başında devletin bir unsuru olması bakımından “ülke”nin sınırlarını tayin ve tayin edilen sınırlar içindeki ülkenin düşman işgalinden kurtarılması gelmektedir. Önce Erzurum ve Sivas Kongrelerinde ve sonra da Misak-ı Milli ile çizilen sınır, yeni kurulan devletin ülkesini; tarihi ve şerefli mazisi ile Türk milletinin “vatanını” ortaya çıkarmıştır. Bu sınırın gerçek ihtiyaçlara cevap verecek şekilde “Türklüğün Ata Yurdu” olarak belirlenmesi ve kurulmasında Atatürk başrolü oynamıştır.

Devletin insan unsurunu incelediğimizde, yeni Türk devletinin kuruluşunda “millet” önemli rol oynar. Yeni kurulan devlet, Türk milletine dayanan, milli bir devlettir. İnsan unsurunda tam bir kaynaşma, birlik ve dayanışma vardır. Atatürk, Türk milliyetçiliğini, Türk milli davasının temel taşı yaparak, milli duygu ve hasletleri tam bir olgunluğa eriştirmiştir. Türk milletin milli şuur, benlik ve kimliğini hissettirerek milli bir devlet kurmuştur. Devletin düzen ve disiplinin sağlayan; toplumu hukuk ilkeleri ile yönetmeyi düzenleyen ve devletin bütün unsurları ile uygulamalarının halka yansıyan yüzünü oluşturan “politik örgütlenme” kavramı bakımından Atatürk, yine yeni bir başlangıcı oluşturmuştur. O, “merkezi” bir devlet kurmuştur ki, bu tarihi, coğrafi ve jeopolitik şartlara uygun bir tercihtir. Milli devletin tabii bir destekleyicisidir. Devletin hukuki ve siyasi bir varlık olarak üstün bir iktidara veya otoriteye sahip oluşunu ifade eden “hâkimiyet” (egemenlik) unsuru bakımından ise tamamen yeni ve çağdaş bir yapı ile karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü padişah tarafından temsil edilen hâkimiyet, bu defa millileştirilmiştir ve millete ait olmuştur. Atatürk, devlet kuran bir lider olarak milli hâkimiyet prensibinin ilk işaretlerini veren, bunu Milli Mücadele’nin temel esası haline getiren insandır.

Devlet sahip olduğu bu üstün iktidarı kullanırken yanı başında bu iktidara “ortak” veya iktidarını sınırlayıcı “başka bir varlık” tanımaz. Devlet iktidarının başka bir varlık (devlet veya milletlerarası teşekkül) tarafından sınırlandırılması veya bu iktidara ortak olma, devlet hâkimiyetinin dış görünüşü olan “bağımsızlıkla” bağdaşmaz. Osmanlı Devleti, yabancılara tanıdığı imtiyazlarla ve kapitülasyonlarla yarı bağımlı bir devletti. Ayrıca, Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubiyeti devlet iktidarını da ortadan kaldırmıştı. Ülke parçalanmış ve işgal edilmişti. Milli Mücadele sonucu kazanılan zafer, bağımsız bir Türkiye gerçeğini bütün dünyaya kabul ettirmiştir. Vatan yabancı işgalinden kurtarılmış, yabancı imtiyazları kaldırılmış, kapitülasyonlar tarihe intikal ettirilmiştir. Lozan’da milletlerarası hukuk bakımından tanınan Türkiye Cumhuriyeti Devleti “tam bağımsız” bir devlet olmuştur. Şüphesiz, Atatürk’ün üstün dehasının en iyi yansıdığı alanlardan biri olan “devlet adamı” kimliği, sadece devlet kuruculuğundan ibaret değildir. Onun bir “dönüştürücü lider” olarak “devrimci” kimliği de yani değişimci, dönüşümcü, yenilikçi kişiliği de ön plana çıkmaktadır. Çünkü bu yönü; hem düşünce sisteminin, hem de kurduğu devlet sisteminin çağa ayak uydurmasını sağlayan en temel esastır.

Atatürk’ün devlet adamlığının yansıdığı bir diğer alan da “siyaset kurumu”dur. O, büyük bir “siyaset adamı” olarak ortaya çıkmaktadır. Büyük siyasetçi, bağımsız bir devlette halkın huzur ve refahı ile o devletin devletlerarası güvenliğini sağlamak için tutulan yolu en başarılı bir şekilde yöneten devlet adamıdır. Bu görüş açısından büyük siyaset adamı iç politikada ve dış politikada üstün başarıların sahibidir. Atatürk’ün büyük siyasetçi olarak üstün başarısı, karşılaştığı en çetin ve zor sorunlar karşısında, en doğru ve memleket için en hayırlı olan yolu görebilmesi, imkânları seçebilmesidir. Atatürk, iç siyaset ve dış siyasetteki uygulamaları ile de büyük bir siyaset adamı, daha geniş bir ifade ile büyük bir devlet adamı olarak ortaya çıkmaktadır. Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, onun bu alandaki dehasını şu şekilde değerlendirmektedir:

“O, kendisini olayların akışına uymaya zorunlu gören ve buna göre davranan bir ‘oportünist’ (fırsatçı) değil, olayların dışına ve üstüne çıkıp, olaylara kendi görüşünün, kendi inanışının biçimini veren bir insandır. Onun diplomasisi, olaylarla beraber bir sürükleniş değil, olayları, kendi azim ve iradesi ile, haklı ve doğru bir inanışın tabii sonucuna sürükleyiştir.”

 

DÖNÜŞTÜRÜCÜ LİDERLİK KAVRAMINI DOĞURAN ORTAM: BİLİM FELSEFESİNDEKİ DEĞİŞİM

Ülkemizde seksenli yıllardan başlayarak yansımalarını görmeye başladığımız ve giderek artan bir hızla, hem teorik anlamda hem de pratikte yüz yüze geldiğimiz büyük bir değişimin eşiğinde bulunmaktayız. Çağdaş dünyanın altmışlı yıllarda konuşmaya başlayıp, yönlendirdiği; düne ve hattâ yaşanılan bugüne pek çok alanda benzemeyen bir dönüşümün, oluşumun içinde ve merkezinde durmaktayız. Değişimin veya dönüşümün gücünü anlamaya ve nasıl bir gelişme gösterebileceğini kestirmeye çalışan bilim adamları ve düşünürler yaptıkları çalışmalarda buna “Bilgi Çağı”, “Bilgi Toplumu”, “Enformasyon Toplumu”, “Üçüncü Dalga” veya “Bilim Toplumu” gibi isimler veriyorlar. Bütün bu isimlendirmelerin birlikte ortaya koydukları bir gerçek var ki; o da “Bilgi”dir. Çağa adını veren, büyük değişimin itici gücünü oluşturan yegâne kavram “Bilgi” kavramıdır. Çünkü, bilginin üretimi, depolanması (saklanması), transferi, kullanılması ve kullanım alanlarının yoğunlaşması “İkinci Dalga” (Sanayi Toplumu)’dan çok farklı bir gelişme göstererek insanlığı yeni bir boyuta taşımaya aday hale gelmiştir.

Günümüzde, her iki yılda mevcut bilgilerin tamamı kadar yeni bilgi üretilmekte ve adeta öğrenilen bir bilgi öğrenildiği anda eskimiş olmaktadır. Bilginin gündelik hayata yansıması sonucunda teknolojideki hızlı gelişme, bilgisayar ortamı, bilginin depolanmasını hem ucuz hem de basit bir noktaya taşırken; yine büyük oranda bilgisayara dayalı olan iletişim teknolojisindeki baş döndürücü gelişmeler, bilginin transferini de hem ucuz hem basit bir hale getirmiştir. Bütün bu oluşumların, beraberinde bireyi ve bireyselleşmeyi ön plana taşıdığını da unutmamak gerekmektedir. Artık, bir genç evinde veya bürosunda teknolojiyi kullanarak dünya ile iletişim kurabilmekte, kendini yetiştirebilmekte, yeni dostluklar kurabilmektedir. Televizyonları da ilave ettiğimiz zaman, genç, küreselleşen (globalleşen) veya küçülen dünyanın önemli bir bireyi olmaktadır. Alvin ve Heidi Toffler’e göre, birinci dalgayı (tarım toplumu) “çapa”, ikinci dalgayı (sanayi toplumu) “montaj hattı” simgelerken; üçüncü dalganın (bilgi toplumu) simgesi ise “bilgisayar” dır. Şüphesiz, bilgi ve bilgisayarın simgeleştirdiği bu yeniçağ; ekonomilerin sektörel yöneliklerini, eğitim anlayışlarını, insan tiplerini, savunma sanayileri ve stratejik düşünceleri, kültürel değişme ve oluşumları, sağlık hizmetlerini, yönetim ve liderlik anlayışlarını, öğrenme stratejilerini, uluslararası ilişkilerin seyrini, kısaca insanın etrafında şekillenen siyasî, ekonomik, sosyolojik ve kültürel dünyayı tamamen değiştirmektedir.

Değişimi anlamak açısından “bilim felsefesi” ndeki dönüşümün esaslarını ortaya koymak daha anlamlı olacaktır. Çünkü, “dönüştürücü liderlik” kavramı da, yeni bilim felsefesinin yarattığı ortamın bir ürünüdür. Hasan Şimşek tarafından “düşüşteki bilimsel paradigma” (paradigma kavramı bu çalışmada ‘dünya görüşü/dünyaya bakış açısı’ olarak kullanılmaktadır A. G.) olarak ifade edilen sanayi çağının temel dünya görüşü, bilindiği gibi Rönesans ile birlikte oluşmaya başlamıştır. Reformlarla devam eden gelişme, “Aydınlanma” ve “Sanayileşme” ile XVII’nci ve XVIII’inci yüzyıllarda iyice belirgin hale gelmiştir. Dönemin “yükselen paradigması” veya “yükselen dünya görüşü”, akıl ve bilime dayanan “pozitivist” bilim felsefesidir. Bacon, Descartes, Galileo, Newton, Wesley, Voltaire, Rousseau, Locke, Hume, Kant ve Adam Smith gibi aydınlar ve düşünürler, değişik alanlarda bu bilim felsefesine dayalı çalışmalarla insanlığı uzun yıllar yönlendirdiler.

YARIN: Dönüştürücü liderin tanımı ve özellikleri

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren ve imla kuralları ile
yazılmamış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ali GÜLER Arşivi
SON YAZILAR