TÜRK DÜNYASI TÜRKÇESİ (DİLİ VE EDEBİYÂTIYLA) BİR BÜTÜNDÜR

“Azerbaycan’ın Ankara Büyükelçiliği’ne Bağlı Azerbaycan Kültür Merkezi ile Gazi Üniversitesi’nin İşbirliği’nde 1 Mart 2025 tarihinden îtibâren Türkiye’de Azerbaycan Dili Kursları Dersleri”nin başlatılacağına ilişkin bir ilân metni medyaya “arz-ı endam” etmiştir.

Biz bu makâlemizde, son derece üzücü ve can sıkıcı mevzûbahis olan bu durum karşısında, Türkçe merkezli târihî Türk dilinin umûmî seyri ile Türkçe mihverli Azeri Türkçesinin veçhesi ve mâhiyeti üzerinde durağız.

Evvelâ belirtelim ki; böyle bir ilân vermek, Türkiye ve Azerbaycan resmî ve sivil müesseseleri bakımından ne büyük bir tâlihsizlik ve ne yaman bir tenâkuzdur. Bu ilâna baktığımızda, Azeri Türkçesinin “sanki bir yabancı dil imiş gibi” sunulmuş olduğunu görüyoruz. Bu ilânı hazırlayanlar, acaba Azeri Türkçesinin batı Türkçesi sahasının doğu, Türkiye Türkçesinin de aynı şekilde batı kolu şubesini teşkilinden habersiz midirler?

Türk Dünyası’nın ortak alfabeye geçmeye karar verip hazırlıklara başlandığı bir esnâda böyle bir teşebbüste bulunulması çok mânîdar ve o ölçüde de düşündürücü olmuştur. Bu sebeple işte bu makâle, “Türkiye’de Azerbaycan Dili Kursları Dersleri” diye böyle şuûrsuz adımı atan ve “Adriyatik’ten Çin Seddi”ne kadar büyük Türk milletinin gönlünü inciten alâkalı makamlara bir cevap niteliğindedir.

Konuşma ve yazı dili olarak dünyânın en eski, târihî ve kadîm; en işlek ve gelişmiş coğrafî sahaya sahip; en zengin, en ince, nezîh ve kibâr; en köklü, ilim, kültür ve medeniyet dillerinin başında gelen Türkçenin alelâde bir kavîm dili gibi gösterilmesi asla kabûl edilemez. Öyle inanıyoruz ki, böyle bir cür’eti gösterenler, Türklüğün mâ’şerî vicdânında ebedîyen mahkûm olacaklardır.

Türkçe Türlüğün Alâmet-i Fârikası

Bilindiği gibi, umumî olarak Türk milletinin kadîm geçmişi ile târihî seyir içerisinde yaşamış olduğu coğrafyalardaki varlığı Türkçenin çeşitli şûbelerini meydâna getirmiştir. Türkiyât bilginleri tarafından bunlar; Azeri Türkçesi, Başkurt Türkçesi, Çağatay Türkçesi, Çuvaş Türkçesi, Doğu Türkistân-Uygur Türkçesi, Horasan Türkçesi, Kazak-Kazan-Kırım-Tatar Türkçesi, Kıpçak Türkçesi, Kırgız Türkçesi, Orhun Göktürk-Türkçesi, Özbek Türkçesi, Türkistan Türkçesi, Türkmen Türkçesi, Harezm Türkçesi, Karahanlı Türkçesi, Selçuklu Türkçesi, Eski Anadolu Türkçesi, Osmanlı Türkçesi, Türkiye Türkçesi… gibi adlar ile adlandırılmışlardır. İlk Türkçe devri, orta Türkçe devri ve bugünkü Türkçe devri bu minvâl üzere akıp giderken; şive, ağız ve hatta lehçe farklılıkları ayrı bir dil mâhiyetini hiçbir zaman teşkil etmemiştir. Türkçenin hangi devri olursa olsun bu hep böyle devam etmiştir. Şu hâlde Türkçe, yeryüzündeki en büyük dil ailesini meydana getiren Türklüğün alâmet-i fârikasıdır.

Tükçe Hiçbir Millet Diliyle Mukayese Edilemez

Bu husûsta Türk dilinin büyük âlimi Reşid Rahmeti Arat, “Türk Lehçe ve Şiveleri” ile “Türk Milletinin Dili” başlıklı makâlesinde, Türkçenin hiçbir milletin dili ile mukayese edilemeyecek çapta büyük bir dil olduğuna işâret etmiştir:

“Milli bağ olarak Türk dilinin oynadığı rolü belki diğer dillerin hiçbiri oynamamıştır, denilebilir. Bir dereceye kadar belki Arap dili bu husûsta Türk dili ile mukayese edilebilir. Fakat bu dilin rolü de gerek yayılış sahası ve gerek türlü şive şekilleri bakımından, Türk Dili yanında çok silik kalmaktadır. Türk dili gerek tarihî devirlerde ve gerek bugün, çok geniş bir saha işgal eder. Bu dili konuşanlar idarî ve siyasî teşkilât bakımından, muayyen sınırlar içinde, bazan birbirinden oldukça ayrı kalmış ve muhtelif devirlerde kültür vasıtaları birbirinden oldukça farklı olmuştur; bilhassa hudutlarda oturanlar, birbirinden çok farklı milletler ve kültürler ile sıkı temasta bulunmuşlardır. Bütün bunlara rağmen, Türk camiasının çok ehemmiyetsiz bir farkla aynı dille konuştuğunu ve yazdığını düşünürsek Türk dilinin tarihteki rolü daha açık anlaşılmış olur.”[1]

Türk Şivelerinin Tasnifi ve Kavmî Birlik

Reşid Rahmeti Arat, “Türk Şivelerinin Tasnifi” ile alâkalı husûslarda da şunları ifâde etmiştir ki; bu, bizce de Türk dili târihi içerisinde Türkçenin bundan evvel olduğu gibi bundan sonraki inkiâfı ile birlik ve bütünlüğü açısından son derece ehemmiyetlidir:

“Türk şivelerinin tasnifi meselesi Türklük bilgisinin birbirine girift meselelerinden yalnız birini teşkil eder. Türklerde aile birliğini, ailelerin birleşmesinden husûle gelen soy birliğini, soyları içine alan boy birliğini ve nihâyet boyların topluluğu olan kavim birliklerini meydana getiren esâs unsurların tesbiti ve bu birlikler ile bu birliklerin birbirleri ile olan münâsebetlerinin Türk tarihi içindeki inkişâflarının takibi bugünün başlıca meselelerinden biridir. Türk dili, Türk edebiyatı, Türk tarihi ve umûmiyetle Türk kültürünün bir çok meseleleri bu husûsların aydınlanması ile yakından ilgili bulunmaktadır.”[2]

Türkçe Millî Birliğin Muhâfızı

Reşid Rahmeti Arat, dil bahislerindeki müşâhedelerinde kuvvetli “kavmi birlik” ile karşılaşılmasının millî bünyeleri muhkem tutan unsurun yine dilin kendisi olduğunu belirtmiştir:

“Kavmî birliğin esâsını teşkil eden unsurlardan biri de dildir. Onun için, Türk lehçe, şive ve ağızları bahis mevzuu olurken, kavmî birlik meselesi ile karşılaşılması ve bâzı husûsların bu birliklere göre izâha çalışılması tabi'î görülmelidir.”[3]

Türk Dilinin Umûmî ve Husûsî Mâhiyeti

Reşid Rahmeti Arat, târihi akış içerisinde dil bünyesindeki çeşitli gelişmelerin “umûmî” ve “husûsi” mahiyette tezâhür edebileceğini şöyle beyân etmiştir:

“Bir dilin umûmî bünyesine ve dolayısı ile onun bütün şûbelerine şâmil bir gelişmesi olduğu gibi yalnız ayrı şûbe hudutları içinde kalan husûsî bir gelişmesi de vardır. Bunlardan dilin bünyesine âit olânları -dilin inkişâf merhalelerini ve şûbelere âit olanları ise -şive guruplarını çerçevelerler.”[4]

Türk Dilinin Eskiliği ve İnkişâfı

Türk yazı dilinin eskiliği hakkında da dikkate değer mâlûmatlar veren Reşid Rahmeti Arat, Türkçenin inkişâfı hakkında ise şunları kaydetmiştir:

“Türk yazı dilinin ne zaman ve hangi şartlar içinde vücude geldiği hakkında bugün henüz katiyetle bir söz söyleyecek vaziyette değiliz. Bu husûs, belki Türk tarihinin eski devirleri aydınlanıncaya kadar karanlık kalacaktır. Biz Türk yazı dilini, yazılış tarihleri belli olan Orhun kitabelerinden (VIII. yy. başları) itibaren takip edebiliyoruz. O devreye ait olup, tarihleri kaydedilmemiş olan diğer kitabelerin bir kısmı belki daha eski tarihlere aittir. Bu yazı dilinin, bugünkünden çok az farklı olacağı tabiîdir. Dilin bu tarihten sonraki inkişafı göz önünde tutulursa, onun bu eski şekli milâdın ilk senelerine kadar götürülebilir. Milâdın ilk senelerinden XIII. yy.'a kadar devam eden bu yazı dili (bazı örnekleri XVII. yy.'ın sonlarına kadar çıkıyor), eserlerini gördüğümüz veya daha sonraki eserlere kıyasla kurabileceğimiz örnekler, ses, kelime, cümle ve imlâ bakımından, aynı husûsiyetleri taşımakta ve hattâ aynı mektebin mahsulleri gibi görülmektedir. Türk milletinin 13 yy.'lık bir zaman içinde ve bir dil sahası birliği olarak tasavvur edebildiğimiz geniş bölgede ve coğrafî şartlara göre türlü meşguliyetler ve siyasî teşekkül bakımından birçok zümreler ve temas bakımından farklı muhitler içinde bulunduğu halde, bir tek yazı dili kullanması ve bir tek ifadenin hâkim olması, bu kültür camiasının bütün siyasî ve içtimaî esasları aydınlatılıncaya kadar, bir sır olarak kalacaktır.”[5]

Türkçenin Lehçe Farklılıkları Ayrı Dil Olarak Nitelendirilemez

Türk Dili ve Türk Dili Tarihinin büyük âlimi Ahmet Caferoğlu, Türkçenin dil şeceresini şu şekilde belirtmiştir:

“Türk dili grubuna giren Türkçeler, her ne kadar Avrupa Türkoloğları tarafından âdeta müstakil birer dil olarak telâkki edilmekte ise de, gerçekte birer şiveden başka bir şey değillerdir. Yalnız, geniş ve zengin morfolojik ve sözlük husûsları ile Yakutça ve Çuvaşça umum Türkçeye karşı bariz ayrılıklar gösterdiklerinden, biz de burada kendilerine “lehçe” adı verilmesi lüzumunu hissettik. Oysa ki diğerleri, hiç bir zaman müstakil bir sarfa veya ayrı telâkki edilebilir bir kelime servetine malik olmayıp Türkçemizden anlaşılmayacak kadar ayrılmamışlardır.”[6]

Azeri Türkçesi

Türk dünyasının ve bu sahanın yıldız isimlerinden Muharrem Ergin de, Azeri Türkçesi adlı eserinde mes’eleyi çok güzel bir şekilde tebârüz ettirmiştir:

“Azeri Türkçesi Batı Türkçesinin doğu sahası içinde yer alan ağızlar topluluğu ve bu saha içinde gelişen yazı dili koludur. Batı Türkçesinin esasını Oğuzca teşkil eder. Türkçenin Oğuz şivesi ve bu şiveye dayanan yazı dili olarak 13. asırdan günümüze kadar kullanıla gelen Batı Türkçesi içinde zamanla iki daire ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri OsmanlI Türkçesi, diğeri Azeri Türkçesidır. Demek ki Azeri Türkçesi doğu Oğuzcası, Osmanlı Türkçesi batı Oğuzcasıdır.”[7]

Azeri ve Osmanlı Türkçeleri

Muharrem Ergin ayrıca, Türkçenin mahallî ağız ve şive farklılıklarını ise şu şekilde belirtmiştir:

“Azeri ve Osmanlı sahaları arasındaki farklar hem konuşma dilinde, hem yazı dilinde görülür. Ancak bu farklar esas îtibariyle konuşma dilinde kalmış, ayrılıklar Azeri sahasında eskiden beri yazı diline fazla intikal etmemiş, Azeri sahası Batı Türkçesinin esas yazı dili çizgisini teşkil eden Osmanlı yazı dili çizgisinin paralelinden dışarı çıkmamıştır, iki sahadaki eserler arasında görülen ufak tefek farklar hep, bir yazı dilinin iki uzak bölgesi arasında görülen mahallî ayrılıklar çerçevesinde kalmış, Azeri ve Osmanlı Türkçeleri günümüze kadar hiç bir zaman iki ayrı yazılı dili hâline gelmemiş, daima aynı yazı dililnin iki ayrı dairedeki görünüşünü teşkil etmişlerdir.”[8]

Türk Tefekkürü

Târihin en başından beri Türk tefekkürünün hercü-mercinde en müessir olmuş yegâne dil Türk dilidir. “Bu îtibarla Türk Milleti’nin kadîm kültür ve medeniyet varlığının en önemli taşıyıcısı ve nesilden nesile aktarıcısı olan Türkçemiz, uçsuz bucaksız büyük bir deryâya benzer… Bu azîz dil, başka dillerden bünyesine aldığı kelimeleri âdetâ fetih rûhuyla yeniden fethederek; büyük bir mahâretle asırların gergefinde nakış nakış işlemiş, cilâlamış, yontmuş ve o’nu kendi târihî karakterinin millî seciyyesiyle yoğurmuş ve ebedîlik va’zeden silinmez damgasıyla damgalamıştır. O’nunla târihî Türk zevkine uygun tarzda hem bin-bir hünerli san’atlı edebî şiir ve yazı; hem de ilim, kültür ve medeniyet dili meydana getirmiştir. Bu dil öyle bir dildir ki, hiç eskimemiş ve eskimeyecek olan büyük bir irfân medeniyetinin, “kelâm-ı kibâr” hassa’sıyla mezcolmuş edebî söz ve kelâm incilerinin mücevher “zarfı” içerisinde dürülmüş mühürlü “mazrûfu” hâlinde bütün esrârıyla bugün dahi gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir.

Dîvân Edebiyâtının Teşekkülü

Türklerin, VIII. asırdan itibâren kitleler halinde İslâm dinini kabul etmeleriyle beraber yeni bir kültür dâiresinin de içerisine girdikleri bilinmektedir. İslâmiyet’in beşiği ve ilk yayıldığı coğrafi bölgenin Arap Yarımadası olması, Turânî kavîmlerden olan Türklerin İranlılarla ve Araplarla bu bölgede devamlı karşılaşmaları ve komşuluk ilişkisi içerisinde bulunmaları, dahil olunan bu yeni kültür çevresinin başta konuşulan dil, üslûp ve estetik bakımdan (Türkçe, Arapça ve Farsça dilleri üzerinde) te’sîrini göstermesine sebep olmuştur. Bütün bu yakın temaslar sonucunda bu üç büyük dil, (Türkçe, Arapça ve Farsça) şu veya bu biçimde zaman zaman birbirleri üzerinde te’sîrler meydana getirmişlerdir ki, bu da son derece tabiî bir hâdisedir. Türkçemiz de k(ı)lâsik edebiyâtımızın doğuşuna kadar Arapça ve Farsça dillerinin te’sîrinde kalmıştır. Böylece sonradan “Dîvân Edebiyâtı”olarak ifâde edeceğimiz edebiyâtımız teşekkül etmiştir. Târihî akış içerisindeki devirlerde peş peşe yetişen kuvvetli Türk dîvân şâirleri sayesinde kendi san’at, üslûp ve estetik; iç ve dış şekil husûsiyetlerini tamamlayan edebiyâtımız, Arap ve Fars edebiyâtlarından geri kalmadığı gibi bilakis onları da aşmıştır. K(ı)lâsik edebiyâtımız, tamamen ince Türk zekâ ve zevkinin dâhiyâne buluş eseri olarak; mârifet, hüner ve belâgat ustalığıyla ulaşmış olduğu seviye bakımından bugün dahî pek çok Doğulu ve Batılı dil ve edebiyât bilgininin hayranlığını üzerine çekmeye devam etmektedir. Bu edebiyâtımız hangi ad ile ifâde edilirse edilsin, târih içinde Türk edebiyâtının en zengin ve parlak bir devresini teşkil etmektedir.

K(ı)lâsik edebiyâtımızın teşekkülünde ve gelişmesinde; Hoca Ahmed-î Yesevî, Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hacib, Edip Ahmed, Kadı Burhânedddin, Ali Şir Nevâyî, Hüseynî (Sultan Hüseyin Baykara), Ahmed-i Dâî, Şeyhî, Atâyî, Şîrâzî, Abdî, Behiştî, Âhî, Revânî, Rûşenî, Ebul Gazi Bahadır Han (Hive Hanı), Nasreddin Hoca, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Velî, Niyazi Mısrî, Şeyyad Hamza, Hoca Mes’ûd, Seyyid Nesîmî, Hamzavî, Ahmed Paşa, Hümâmî, Ahmed Fâkih, Sultan Veled, Azîz Mahmud Hüdâyî, Süleyman Çelebi, Yazıcıoğlu Mehmed, Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan, Gülşehrî, Âşık Pâşa, Fuzûlî, Bâkî, Taşlıcalı Yahyâ, Hayâlî, Zatî, Ahmedî, Neşâtî, Necâtî, Nâilî, Hoca Dehhânî, Nedîm, Şeyh Gâlib, Nizâmi, Hayretî, Vasfî, Cihanşâh, Habîbî, Sümbülzâde Vehbî, Nâbî, Nef’î, Şeyhülislâm Yahya, Gevherî, Bayburtlu Zihnî, Seyrânî, Rûhî, Murâdî (II.Murad), Avnî (Fâtih), Adnî (Mahmud Paşa-Fâtih’in Sadrazamı), Selimî (Yavuz Sultan Selim), Adlî (II.Bâyezid), Muhubbî (Kanuni Sultan Süleyman), Murâdî (III.Murad), Gazi Giray (Kırım Hanı), Sultan Cem, Şehzâde Korkut, Babür Şâh, Nişânî (Mahmud Paşa), Hakânî, Latîfî, Evliyâ Çelebi, Nev’î, Lâmiî, Beyânî, Vecdî, Sehî, Lâtîfî, Mihrî Hâtun, Kâtip Çelebi, Sürûrî, Âkif Paşa, Keçeci-zâde İzzet Molla, Yenişehirli Avnî, Leylâ Hanım, Şeref Hanım…[9] ilh. gibi dîvân şiir ve nesrinin asırlar içindeki önde gelen başarılı temsilcilerinin millî kültürümüze yaptıkları hizmet çok büyük olmuştur.

Zirve Şahsiyetlerimiz

Bütün bir Batı’nın kül halinde başlangıçtan beri sırrını çözmekte aciz kaldığı, çözemediği ve istikbâlde de asla çözemeyeceği ve şerefi sadece bizim Türk dîvân edebiyâtımıza ait olan bu ince ve üstün idrâk san’atını; millî hafızamıza kaydolmuş hâliyle, bulunduğu mücevher sandığından, âdetâ birer kuyumcu titizliği ile gün ışığına çıkarmanın bir ömre bedel çilesine katlanarak ve yine bu işin “zevken idrâkine” vararak; milletimizin ebedî hâfızasına karşılıksız armağan eden müstesna şahsiyetlerimiz vardır. Onlar, hakikaten yalnız Türk Edebiyâtının değil; aynı zamanda din, dil tarih, kültür ve medeniyetimizin bütünüyle ortaya çıkarılmasında bir devrin “ilim ve aşk ahlâkına” sahip üstâdı olarak şöhret yapmış hocalar neslinin son temsilcileriydiler. M.Fuad Köprülü, Reşid Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Ömer Ferit Kam, Ahmed Hamdi Tanpınar, Ali Nihad Tarlan, Faruk Kadri Timurtaş, Ahmet Kabaklı, Muharrem Ergin, Necmettin Hacıeminoğlu, Abdülkadir Karahan, Mâhir İz, Mehmet Kaplan ve Mehmed Çavuşoğlu bu zirve şahsiyetlerimizden bazılarıdır.”[10]

Bahtiyar Vahapzâde Dilde Birliğin Gür Sesi

Bütün Türk Dünyası’nın ve Azerbaycan’ın büyük şâiri, medâr-ı iftiharı ve muhterem evlâdı Bahtiyar Vahapzâde (d.1925-ö.2009) “Azerbaycan - Türkiye” adlı bir şiirinde ayrılık kabul etmeyen bütünlüğü bakınız nasıl ifâde etmiş ve âdeta asırların gergefine silinmez bir nakış gibi işleyerek mühürleştirmiştir:

AZERBAYCAN - TÜRKİYE

“Bir ananın iki oğlu,
Bir amalın iki kolu.
O da ulu, bu da ulu
Azerbaycan – Türkiye.

Dinimiz bir, dilimiz bir,
Ayımız bir, ilimiz bir,
Eşkimiz bir, yolumuz bir
Azerbaycan – Türkiye.

Bir milletik, iki dövlet
Ayni arzu, ayni niyyet.
Her ikisi cumhuriyyet
Azerbaycan-Türkiye.

Birdir bizim her halımız
Sevincimiz – melalımız.

Bayraklarda hilalımız
Azerbaycan – Türkiye.

Ana yurdda – yuva kurdum,
Ata yurda könül verdim.
Ana yurdum, ata yurdum
Azerbaycan – Türkiye.”[11]

Bahtiyat Vahapzâde

Netice-i Kelâm

Hulâsâ olarak deriz ki; Târihin en eski ve köklü dillerinin başında gelen Türk dünyasının ortak dili olan Türkçemiz; millî kültürü, dili ve edebiyatıyla bölünmez bir bütündür.

TEFEKKÜR

Dînî, dili, târihî, kadîm Türk milletinin;

İslâm - Türk terkîbi şah damarı milletimin.

*Eeğimci Şâir ve Yazar

Türkiye ve Avrasya Yazarlar Birliği Üyesi

**Bu makâle Türk Yurdu dergisinin Mayıs 2025 tarihli sayısının 53, 54, 55, 56, 57’nci sayfalarında yayınlanmıştır.


[1]Ord. Prof. Dr. R. Rahmeti Arat, Türk Milletinin Dili, Türk Dünyası El Kitabı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 121, C.II, Ankara 1992; s.59.

[2]Ord. Prof. Dr. R. Rahmeti Arat, Türk Şivelerinin Tasnifi, İstanbul Üniversitesi Türkiyat (Araştırmaları) Enstitüsü, Türkiyat Mecmuası s.60; 25 Aralık 2010) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/172703

[3]Ord. Prof. Dr. R. Rahmeti Arat, age. s. 60

[4]Ord. Prof. Dr. R. Rahmeti Arat, Türk Şivelerinin Tasnifi, İstanbul Üniversitesi Türkiyat (Araştırmaları) Enstitüsü, Türkiyat Mecmuası s. 129, 130; 25 Aralık 2010) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/172703

[5]Ord. Prof. Dr. R. Rahmeti Arat, Türk Milletinin Dili, Türk Dünyası El Kitabı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 121, C.II, Ankara 1992; s.59, 60.

[6] Prof..Dr. Ahmet Caferoğlu, Türk Dili Tarihi I-II, 3. Baskı Enderun Yayınları 17,İstanbul 1984; s. 21.

[7] Prof. Dr. Muharrem Ergin, Azeri Türkçesi, Edebiyat Fakültesi Basımevi İstanbul-1971; Önsöz, s. VII.

[8] Prof. Dr. Muharrem Ergin, age. s. VIII).

[9] Dîvan Edebiyatı’nın yukarıda isimleri belirtilen temsilcileri Prof.Dr.Faruk Kadri Timurtaş’ın “Tarih İçinde Türk Edebiyatı” adlı eserinden (Vilâyet yayınları, İstanbul 1981) alınmıştır.

[10]Ahmet Şahin, Dîvânlar Arasında Geçen Bir Ömür ve Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu; Türk Yurdu Türk Ocakları Genel Merkezi Aylık Yayın Organı Ankara; Haziran 2024 Yıl: 113, Sayı: 442; s. 54, 55.

[11]Prof. Dr. Bahtiyar Vahapzâde, Turkedebiyati.org.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet ŞAHİN Arşivi
SON YAZILAR